Saygın ulusal gazetelerimizden birinde köşe yazıları yazarken…

Zaman zaman söyleşiler de yapan bir meslektaşımız:

Yanlış bir zamanda, yanlış bir yerde… 

Son günlerin en tepki çeken siyasi ismiyle buluşarak söyleşiye girişiyor.

Söyleşiyi gazetede okuyanlardan sert ve de ters bir tepki görünce…

Bu kez de köşesinden yakınmaya başlıyor…

Diyor ki: ‘‘Okuyucularım arayarak, artık beni sildiklerini söylüyorlar…’’

Vah gazeteci kardeşim vah!..

Sana da senin yaptığın gazeteciliğe de…

Belirtelim ki,  o söyleşiyi biz de okuduk elbette.

Okuyucuların tansiyonu eğer tavan yapmışsa…

Yerinde bir tepki olarak gördüğümüzü belirtelim!

Çünkü daha önce gazetende, o siyasi kişinin ait olduğu siyasi yönetimin idari yanlışlarını haber yapan sendin!

Senin o haberine sert bir tepki koyan da o siyasi isimdi.

Derken, o siyasi isim seni çağırıyor, sen de koşarak gidip söyleşi yapıyorsun.

Hem de ne söyleşi; Tam da evlere şenlik…

Tam da bir köşe yazarının okuyucularını çileden çıkaran cinsten bir söyleşi…

Çünkü bu söyleşide:

Gazeteci arkadaşımızın sorularından çok, siyasi ismin kendi partisine ve de yönetimine dair…

Reklamları yer alıyor. Adam anlatıyor anlatıyor anlatıyor…

Okuyucuların haklı olarak sildiği gazeteci de dinliyor.

Oysa okuyucu gazeteciden şunu beklemekte:

O siyasi isim, senin gazetede yayınladığın bir haberi…

Gazeteni de göstererek yerden yere vurmuştu!

Mademki karşı karşıya geldiniz, öyleyse neden aynı konuyu bir kez daha sormadın?

İstanbul’u güllük gülistanlık gibi anlatan o siyasal isme:

Neden buyurun havadan karadan ve de denizden İstanbul’u dolaşalım…

Son 25 yılda nasıl da betonlaşma yaşandığını…

Nasıl da ormanlık alanların ranta kurban edildiğini…

İnsanı çileden çıkaran ulaşımı…

İhtiyaç duyulmayan bir köprüyle… İhtiyaç duyulmayan bir havaalanı yüzünden:

İstanbul’un doğal görünümüne nasıl da balta sallandığını…

Betonlaşan kıyıları… Gecekonduları… Kaçak katları…

İstanbul’u karartan, Suriyeli, Afganlı ve de daha nice yabancıları sorsaydın ya; Sevgili gazeteci…

Boğazdan geçenler, Sultanahmet’e bakınca minarelerin arkasından beton yığınları görüyor!

Bu utanç yapılara kimler izin verdi onları sorsaydın…

İstanbul’a İhanet ettiklerini, meydan meydan açıklayanlardan bahsetseydin ya!

Gel de Tuzla’dan Silivri’ye kadar denizden giderek Marmara kıyılarına bakalım:

Acaba Marmara rant betonuyla mı buluştu, yoksa vatandaşla mı?

Deseydin ya; Sevgili gazeteci…

Peki, o söyleşide bunları sordun mu?  HAYIR!

Peki, ne yaptın?  Elbette ki, o siyasi kişinin reklam kokan sözlerini alıp geldin o kadar!

Şimdi eğri oturup doğru konuşalım:

‘BİR GEZETECİ NASIL SİLİNİR?’ e gelince…

BOŞUNA YAKINMA, İŞTE BÖYLE SİLİNİR… Sen okurları ne sandın?

Biz İletişimciler, okuldan mezun olup iş koluna giriş yaparken:

Korkup ürkmeden… Tarafsız olarak işimizi yapacağımızın bilinciyle başlarız!

Aldığımız eğitimin, uygulamadaki prensiplerine bağlılık esastır elbette.

Türkiye’nin içinde bulunduğu sorunlar yumağıyla…

Dibe vuran nice ulusal değerlere bakınca:

İletişimi sağlıklı olmayan toplumların, gerçek rehberleri bulmakta zorluk çeken toplumlar olduğuna…

Böylece bir kez daha tanık oluyoruz!

İşte dünya arazisindeki son sahnemiz:

Eksik ve de göstermelik sözde bir DEMOKRASİ.

Uygulamada hakkın yerine haksızlığı eken bir ADALET.

Yanlış bir sistemle bilgi-birikimden uzaklaşan bir MİLLİ EĞİTİM.

Coğrafi tüm olanaklara rağmen:

Siyasal yanlışlar yüzünden üretimden uzaklaşarak…

Tüketime zorlanan bir EKONOMİ.

Yanlış bir siyasetle yurtta bozulan SOSYAL BARIŞ.

Yanlış bir siyasetle cihanda bozulan ULUSLARARASI BARIŞ.

Bir yanda bu acı gerçekler, öte yanda:

‘Milletin Müşterek Sesi’ olacağına…

Siyasetin titrek sesi olan Türk Basını var!

Ne diyelim?

İLETİŞİM OKUYANLARA DERS OLSUN!