Benim için yılbaşı, çocukluğumda milli piyango bileti demekti. Babam hepimize ayrı ayrı birer çeyreklik bilet alır, bizler o süslü biletleri bir hafta boyunca cebimizde saklardık. Yılbaşı gecelerinde evimiz misafirlerle dolar taşardı. Sevgili annem tatlılar, börekler yapar, mısır patlatırdı. Eve gelen misafirler sabaha kadar gitmezlerdi. Bense evimize misafir dolduğunda uyumak istemez ama gece yarısına doğru uykusuzluğa fazla dayanamaz, sobanın arkasında uyuya kalırdım.

Yılbaşı sabahı uyandığımda aceleyle babamın koynuna koşar, “bana bir şey çıktı mı?”, diye sorardım. “Hayır”, derdi babam, “sana hiç bir şey çıkmadı.” “Ya ağabeyime, ablama, anneme çıktı mı?”, diye heyecanla sorardım. “Hayır”, çıkmadı derdi babam üzgün üzgün. “Bize hiç çıkmadı oğlum, diğer köylülere de çıkmadı bir tek Hüseyin Ağaya çıktı.” “Çok mu?”, çıktı Hüseyin Ağa'ya, diye sorardım. “Çok çıktı,” derdi babam. Onun adına sevinir, diğerleri adına üzülürdüm. Oysa Hüseyin Ağa zengin bir adamdı. Köyün en zenginiydi. Bu işte bir terslik var, diye düşünürdüm çocukça. İkramiyenin zengin birisine çıkmasının haksızlık olduğuna inanırdım. Her nedense birçok defa ikramiyelerin hep Hüseyin Ağa'ya çıktığına şahit olmuştum. Paranın yine parayı çektiğini, zenginin daha zengin olduğunu o günlerde öğrenmiştim. “Zengin olsan, ne yapardın”, diye sormuştu bir defasında babam. “Okulu boyatır, musluklardan sıcak su akıtır, giysileri yırtık ve eski olanlara yardım ederdim”, derdim. En çok kime yardım ederdin sorusuna ise tam olarak doğru cevap veremezdim. Hep başka isimleri söyler, hoşlandığım, sevdiğim, sınıfın en tatlı, en şirin kızı Gülpembe'ye diye cevap veremezdim. Biraz param olsa kim bilir Gülpembe’ye neler alırdım.

Bu yaşıma kadar hiç bedava ikramiye çıkmadı bana. Hep kaybettim. Ama babamın sözü aklımdan hiç çıkmadı. “Boş ver oğlum”, derdi babam, “bu biletler sadece tatlı bir oyundur, bu heyecanı yaşamanız için alıyorum. Yoksa bir beklentimiz olmamalı. İnsan yaşamını böyle belirsiz şeyler üstüne kurarsa hiç bir şey elde edemez. Kaybettikçe huzuru bozulur, mutsuz olur. Boş ver. İkramiyeleri hep biz kaybedelim ama huzurumuz bozulmasın.”

Bir yıl daha biterken insanlığın yaşamında neler değişti? Ya bizler ne kadar değiştik bir yılı daha bitirirken ömrümüzden? Bizim kendi hayatımız nasıl gidiyor? Günü anlamlı kılacak neler yapıyoruz? Çevremizdeki insanların gözünde nasıl bir yerdeyiz? Dostlarımız, tanıdıklarımız bizim hakkımızda neler düşünüyor? Yaşamımızın anlamı nedir, neler verebiliyoruz insanlara? Yıllardır içimizde büyüyen, hep özlemini çektiğimiz dünyanın içinde miyiz? Gerçek olmayan düşlerimizin sönmüş alevleri kimi zaman alevlenip tepeden tırnağa özleme kesildiğimiz gecelerimiz var mı? Yoksa bütün gecelerimiz uykuyla mı geçiyor? Bu hataydı, bunu yapmamalıydım dediğimiz, pişman olduğumuz ilişkilerimiz çok mu? Geçen senenin kaç gününü anımsayabiliyoruz? Kaç anımız var hatırladığımızda yüzümüzü tebessümle süsleyen? Ne kadar mutluyuz? Her gün bu kadar koşturduğumuz, zamanla yarıştığımız halde neden hala birçok şeyimiz eksik.

Sadece bu hayat çalışmak, para kazanmak ve sevişmek midir? Nasıl gökyüzünde binlerce yıldız varsa insanlarında o kadar değişik duygu ve düşünceleri var... Kaç yaşındayız, bu güne kadar neleri değiştirebildik? Hangi kötüyü iyi, hangi çirkinliği güzel eyleyebildik? Belki çok şeyi belki de hiç bir şeyi değiştiremedik. Ekonomik sıkıntımız hiç bir zaman bitmedi, hiç bir zaman hesapsız kitapsız dilediğimizce para harcayamadık. Her geçen gün dostluklarımızdan ve paylaşımlarımızdan ödün verdiğimiz gün kadar gerçek. Dünyanın bir yerlerinde hala insanlar birbirlerini öldürüyor, acılar devam ediyor, yoksulluk her geçen gün büyüyor. İnsanlar mutsuz, geleceklerinden umutsuz. Teknoloji alanında büyük gelişmeler yaşanıyor ama sevgi dünyamız o kadar gelişmedi. Çünkü hala mutluluk yok yeryüzünde. İnsanların birçoğu neyi aradığını, neden aradığını tam olarak bilmiyor.

Eskiden köylerde zaman zaman bir karış toprak için kavgalar olur, hatta ölümler bile yaşanırdı. Sanki o bir karış toprak birisinin olsa ne olur öbürünün olsa ne olurdu. Bazı insanlar her gün gördüğü, çayını içip yemeğini yediği komşusunun toprağına hakkı olmadan neden böyle bir tecavüz edebiliyordu. İnsanların yaşamını kolaylaştırmak ve mutlu etmek varken neden zorla bir şeyler yaptırılmaya çalışılır ya da yapılır anlamak mümkün değil. Nasıl olsa yaşayan bütün insanlar bir gün ölmeyecekler mi? O zaman neden insanlar birbirlerine acı veriyor, neden öldürüyor, neden eziyet ediyor? Ne zaman acının ve gözyaşının sonu gelecek? Ne zaman yaşamlar güllük gülistanlık olacak? Bizler ne zaman huzurlu bir dünyada yaşamaya başlayıp mutlu olacağız? Sözü geldiğinde, din deriz, devlet deriz, Müslüman deriz, kardeşlik deriz ama hepsini bir anda unutur, bildiğimizi yapar, ana- avrat küfür ederiz. Nice mutlu anları kendi ellerimizle yok eder, yaşadığımız anın güzelliğini, küçük, basit, sıradan heveslerimizin, ikiyüzlülüğümüzün kurbanı ederiz. Çünkü insanları sevmeyiz, sevmeyi beceremeyiz. Hep sevilmek, hep saygı duyulmak isteriz. Birçoğumuz önce sevilmek isteriz, vermek yerine hep almak isteriz. Ama esas olan almak değil vermek, sevilmenin karşılığını beklemeden sevebilmektir. Zaten biz sevmiyorsak bizi sevenleri sevmemiz mümkün müdür?

Gündelik yaşantımıza bakmak bazı gerçekleri görmeye yeter de artar bile. Mesela sokaklar kirli, yollarımız tozlu, köşe başları çöp doludur. Yediğimiz ekmeklerin yapıldığı yerler pislik içinde, işçilerin tırnakları da paslıdır. Akşama kadar kapılardan tutan, masalarının üstünü kirli bezlerle silen pastaneci ellerine eldiven giymeden bize börek verir. Parklara, yol kenarlarına, yeşil alanlara “Basmak yasaktır” diye hep uyarı levhalarının asıldığını görürüz. Eğer bahçeler, yollar yeşillendiriliyorsa bu orada yaşayan insanlar içindir. Bu yerler halkın ortak malıdır. Oysa hiçte böyle görülmez. Sanki oralar insanların ortak malı değil de, sadece bir kuruma aitmiş gibi davranırız. Yeşil çimlere basar, tel örgülerin içindeki kırmızı gülleri kopartırız. Parklarda oturulan banklara ismimizi yazar, sevdiğimiz kıza söyleyemediğimiz sözleri nakış nakış sıraların üstüne kazırız. Masaların üstüne kalp resimleri yapar, kalpleri oklarla deleriz. Oysa bütün bunlar hoş şeyler değildir. Ve yapılan her şey insanlar içindir. Toplumda bu kötü davranışları sergileyen çok az kişi olmuş olsa da, bir kaç kişinin yaptığı bu davranışlar çevreyi kirletir, beyaz duvardaki siyah bir nokta gibi göze çarpar.

güzelliklerin kıymetini bilmiyorsak, yapılan her şeyi kolay kırar, kolay harcarız. Eğer bir yerde, aşk ve sevda yükselen değerler arasında hızla düşüşe geçmişse neyin güzelliğinden söz edilebilir ki? Zaten bir yerlerde dostlukların değeri, insanların arasındaki saygı azalmışsa orada hiç bir güzellik kalmamış demektir. Çünkü sevgi ve saygı yoksa güzellikler bile çirkinleşmeye mahkûmdur. Sevgi yoksa hiç bir şeyin anlamı yoktur.

Yeni Yılımız Kutlu Olsun.[2001 yılında yazılmış yazılarımdandır.]