Türkiye’de bir kız çocuğu dünyaya geldiği anda sadece bir bebek olarak karşılanmıyor; aynı zamanda toplumun üzerine yüklediği görünmez kurallarla tanışıyor. Daha beşiği sallanmadan “sessiz ol”, “gülme fazla”, “gece çıkma”, “bacaklarını kapat”, “adımlarına dikkat et” telkinleriyle büyüyor. Kadınların yürümeyi öğrenmeden önce susmayı öğrenmesi bekleniyor.
Toplum, kız çocuklarına itaat etmeyi, erkek çocuklarına ise hâkimiyeti öğretiyor. Kızların duygularını bastırması normalleştirilirken, erkeklerin öfkesine ve sahiplenme duygusuna hoşgörü gösteriliyor. Bu bakış açısı yıllar içinde kök salıyor ve toplum, kendi yetiştirdiği gaddarların karşısına korkmuş, kendini suçlayan, susturulmuş kadınları yerleştiriyor.
Bu noktada temel bir soru sorulmalı:
Bir kadın ne yaparsa şiddeti hak eder?
Konuşursa fazla bulunur, susarsa suçlanır. Çalışırsa yargılanır, evde kalırsa nankörlükle itham edilir. Gülse ayıp, ağlasa abartı… Nefes alsa suç, nefes vermese suç.
Kadına şiddet uygulayan erkeğin ortak yönü bellidir:
Kendi acizliğini şiddetle kapatmaya çalışması.
Bu davranış bir güç gösterisi değil; eksik karakterlerin, çürümüş egoların ve ucuz erkeklik algılarının dışa vurumudur.
Ancak bu çürüme sadece kadına değmez.
Evin duvarlarına çarpar, yankısı çocukların kulaklarında büyür.
Bir çocuk, annesinin acı çeken bedenini, korkuyla titreyen ellerini, gözlerindeki çaresizliği hafızasına işler.
Ve burada toplumun yüreğini dağlayan gerçeği tekrar hatırlatmak zorundayız:
Hiçbir çocuk annesini yerlerden toplamamalı.
Hiçbir çocuk annesinin acı çektiğini görerek büyümemeli.
Hiçbir çocuk annesini kanlar içinde görmemeli.
İnsan bazen ne kadar sakin olmaya çalışsa da içinden şu cümle dökülüyor:
Ulan, hiçbir çocuğun annesi gözlerinin önünde öldürülmemeli.
Bu sadece bir öfke değil; bir toplumun insanlık sınavıdır.”
Ama biz bu manzaraları defalarca görmezden geldik.
“Yuvadır, yuva bozulmasın” diyerek kadını evde tutup, erkeğin şiddetini görmezden geldik.
“Kol kırılır yen içinde kalır” diyerek kanı halının altına süpürdük.
Defalarca şiddet uygulayanı koruyup, mağduru suçladık.
Bu ülkede bir kadını döven adama hâlâ “adam” denilebiliyor.
Oysa gerçek çok net:
Kadına şiddet uygulayan bir erkek, öldürdüğü kadından önce kendi insanlığını toprağa gömer.
Güçlü erkek vurmaz, korkutmaz, susturmaz.
Güçlü erkek; büyütür, korur, sever, omuz olur.
Şiddet ise sadece güçsüzlerin sığındığı bir çaresizliktir.
Şiddetin hâkim olduğu evde kadın, her sabah ölmeyi başaramadığı için kendini suçlar.
Durumu normalleştirmeye çalışır:
“Belki ben yanlış yaptım.”
“Belki hak ettim.”
“Belki düzelir.”
Oysa her darbe kadının ruhundan bir parça koparır.
Her çığlık başka bir kız çocuğunun geleceğine korku olarak düşer.
Her suskunluk bir sonraki şiddetin yolunu açar.
Bu toplumun kadınlara borcu var:
Adalet, koruma, eşitlik ve saygı borcu.
Her gün haberlerde bir kadının öldürüldüğü, bir kadının dövüldüğü, tehdit edildiği, aşağılandığı bir ülkede yaşıyoruz. Bu artık sadece bir utanç tablosu değil; toplumun çürüdüğünü gösteren bir çöküş alarmıdır.
Ama artık bu döngü kırılmak zorunda.
Kadınlar artık korkmuyor, susmuyor, boyun eğmiyor.
Bir kadının çıkaramadığı sesi binlercesi çıkarıyor.
Bir kapıyı biri kapatsa bile binlercesi açıyor.
Çünkü biliyoruz ki:
Kadın susarsa toplum çürür.
Kadın dövülürse insanlık ölür.
Kadın ölürse bir millet yetim kalır.
Bugün bu köşe yazısını yazarken aklımdaki tek şey, bu ülkenin çocuklarının geleceğidir.
Bir gün herhangi bir çocuk annesini yerlerden kaldırmak zorunda kalmasın.
Bir gün herhangi bir kadın korkuyla nefes almasın.
Bir gün şiddetin konuşulmadığı değil, tamamen yok edildiği bir toplumda yaşayalım diye.
O güne kadar kalemimiz silahımız, sesimiz direnişimiz, dayanışmamız ise kalkanımız olmaya devam edecek.
Ve unutulmayacak bir gerçek var:
Gücü sadece kadına yetenler, aslında en zayıf olanlardır.
Bugün tüm bu gerçekleri yazarken, acı bir tespiti de saklamamak gerekiyor:
Her ne kadar modernleşiyor gibi görünsek de bu toplumda hala kadının kabullenilmesi zor.
Kadının kendi hayatı üzerinde söz sahibi olması, kendi kararlarını alması, kendi varlığını ortaya koyması birçok çevrede hâlâ tehdit olarak görülüyor.
Bu gerçek değişmedikçe şiddetin kökünü kazımak mümkün olmayacak.
Tam da bu yüzden;
Kadının kabul edildiği, eşit görüldüğü, değer gördüğü bir toplum inşa etmek, bu ülkenin geleceği için artık ertelenemez bir zorunluluktur.