Hukuk evrensel değerleri temsil eder, adaletin gözü bağlıdır, din ise insanla yaratıcısı arasında kutsal bir bağ kurar. Ancak bu kavramların her biri, coğrafyaya, kişiye, güce ve zamana göre yön değiştirebiliyor…
Günümüzde aynı fiil; bir yerde “günah”, bir başka yerde “suç”, bir başka yerde ise “hak” olarak değerlendirilebiliyor. O hâlde şu sorular kaçınılmaz hâle geliyor:
Hangi ölçütle değerlendireceğiz? Doğruyu ve yanlışı kim belirliyor? Bu kavramlar kişiye göre mi yön alıyor?
Din: Evrensel Mi, Yorum Mu?
Din, temelinde inanç esasına dayalı, kutsal metinlerle sabit kurallara sahip bir sistem olarak görülür. Ancak tarih boyunca dinin hem farklı yorumlandığına hem de kimi zaman siyasallaştırılıp araçsallaştırıldığına şahit olduk.
Aynı inanca sahip iki toplumun kadın haklarından ceza hukukuna kadar birçok alanda birbirine zıt uygulamalar benimsemesi, dinin evrenselliğiyle ilgili soru işaretleri doğuruyor.
Bu durumda şu sorular kaçınılmaz:
- Din, mutlak mı yoksa yoruma açık bir sistem mi?
- Dine göre yaşadığını söyleyen kişi, aslında kendi çıkarına göre bir yorum mu seçiyor?
Hukuk: Kitapta mı, Hayatta mı?
Hukuk, yazılı kurallar bütünüdür. Ancak uygulamaya gelindiğinde, aynı suçu işleyen iki kişiye farklı muamele yapıldığı örneklerle karşılaşabiliyoruz.
Örneğin; yolsuzluk yapan etkili bir kişi serbestçe dolaşabilirken, geçim derdindeki biri küçük bir eylem nedeniyle yargılanabiliyor. Bu durum, “hukukun üstünlüğü” ilkesinin ne ölçüde işlediğini sorgulatıyor.
Hukukun, herkese eşit mi yoksa güçlüye göre mi uygulandığı konusu, kamu vicdanında derin bir yara açmaktadır.
Adalet: Makama Göre mi, Fiile Göre mi?
Adaletin sembolü olan, gözleri bağlı ve elinde terazi tutan kadın figürü, tarafsızlık ilkesini temsil eder. Ancak gerçek hayatta bu tarafsızlık çoğu zaman sekteye uğrar.
Toplumda sıkça rastlanan algı şudur:
“Güçlü ve mevki sahibi olan adaletten daha az etkilenir.”
Oysa adaletin temel amacı, kimin yaptığına değil, neyin yapıldığına bakmak olmalıdır.
Adalet, güçlüye kalkan değil; güçsüze dayanak olmalıdır. Aksi hâlde, adalet değil tahakküm söz konusu olur.
Ahlak, Vicdan ve Çifte Standart
Bir eylemin yasal olması, her zaman ahlaki olduğu anlamına gelmez. Bugün bazı ülkelerde savaş çıkarmak meşru sayılırken, sokakta barışçıl protesto yapan biri “kamu düzenini bozmak”la suçlanabiliyor.
Bu noktada vicdan devreye girer. Vicdan, hukuk metinlerinin ötesinde bir iç ses, adaletin ruhudur.
Vicdanın yok sayıldığı bir sistemde, hukuk sadece bir yazıdan ibarettir.
Çifte standart ise adaleti en fazla yaralayan uygulamadır. Aynı eyleme farklı kişiler üzerinden farklı kararlar verilmesi, toplumda güven duygusunu zedeler.
Güncel Örnek: Aynı Suç, Farklı Karar
Geçtiğimiz aylarda kamuoyunun gündemine gelen iki olay, bu adaletsizlik hissini pekiştirmiştir:
- Bir vatandaş, bir kamu görevlisi hakkında “görevi kötüye kullanma” gerekçesiyle suç duyurusunda bulundu. Mahkeme, “kanıt yetersizliği” nedeniyle takipsizlik kararı verdi.
- Aynı dönemde, başka bir vatandaş bir sosyal medya paylaşımı nedeniyle “kamu görevlisine hakaret” suçlamasından 1 yıl 8 ay hapis cezasına çarptırıldı.
İki olay arasında kamu vicdanını derinden sarsan çelişkili bir tablo oluştu:
İddia edilen suç kamu görevlisi lehine sonuçlanırken, sıradan bir vatandaş cezalandırıldı.
Bu tür örnekler, yargının tarafsızlığına ve adaletin eşitliğine olan güveni zedeliyor.
Güç, Sistem ve Toplumsal Sorumluluk
Adalet, güce göre eğilip bükülmemelidir. Ancak günümüzde hukuk çoğu zaman gücün yanında konumlandırılıyor gibi görünüyor.
Oysa hukuk, güçlüyü değil; haklıyı korumakla yükümlüdür.
Bir sistemin adil olup olmadığını, o toplumdaki en zayıf bireyin gördüğü muamele belirler.
Gerçek adaletin olduğu bir yerde; muhalif konuşabilir, yoksul hakkını arayabilir, farklı düşünen özgürce yaşayabilir. Aksi hâlde adalet, sadece yüksek kürsülerde kalır, toplumun içinde karşılık bulmaz.
Adalet Toplumun Her Alanında Olmalı
Bugün toplumun önemli bir kesimi, adalete olan güvenini yitirmiş durumdadır. Din, kişisel ve siyasi yorumlara göre şekillendiriliyor; hukuk, eşit uygulanmıyor; adalet, gücün gölgesinde kalıyor.
Bu noktada en temel soruyu sormamız gerekiyor:
Gerçekten adalet mi istiyoruz, yoksa sadece işimize geldiğinde konuşup sustuğumuz bir düzen mi?
Bu sorunun cevabını sadece mahkemeler değil; evlerimizde, sokaklarımızda, işyerlerimizde ve vicdanlarımızda vermek zorundayız. Çünkü bir gün hepimiz, adalete ihtiyaç duyabiliriz. Ve eğer sistem bu şekilde devam ederse, karşımızda sadece suskun duvarlar bulabiliriz.