Yetmişli yılların başıydı. Kenar mahallelerden birindeki ilkokula devam ediyordum. Başarılı bir öğrenciydim. Öğretmenlerim beni seviyor ve takdir ediyordu. Arkadaşlarımla da aram iyiydi. Sınıf başkanı seçmişlerdi. Siyah renkli bir okul forması, beyaz yakam vardı. Kitaplarımı benden bir yıl geriden gelen yeğenime vermek için, özenle kullanıyor, kırışıp, yırtılmaması için dikkat ediyordum.

Üçüncü ders başlamadan önce teneffüste, bir arkadaşımla birlikte okul hizmetlisinin hazırladığı bir koli sandviç ile süttozundan yapılma iki maşrapa sütü alıp, getirir, sınıfta arkadaşlarıma dağıtırdım.

Fırından yeni çıkmış sandviçler de sıcak olurdu, süttozu sütü gibi. Arkadaşlarımla birlikte o sandviçleri iştahla yer, sütümüzü içerdik. Sandviçlerin tadı hala damağımdadır. Bizim için beslenme saatiydi bu. Böyle beslenirdik. Ya da beslendiğimizi sanırdık.

Okul kantininde satılan yiyecek ve içeceklerden alma şansımız da, evden verilen harçlığın yettiği kadardı.

Beş yıllık ilkokulu, yalnızca iki okul formasıyla bitirdim. İkincisinin kolları, büyüdüğüm için ancak bileklerimin üzerine geliyordu. Diploma almak için okul bitirme sınavına girmek gerekiyordu. Okul birincisi olarak mezun oldum.

Ortaokul, aynı mahallede, ilkokuldan birkaç yüz metre ilerideydi. Kayıt için kendim başvurdum. Babamın okuma-yazması olmadığından ağabeyim velim oldu.

Canla başla çalıştım. Hem derslerime, hem de ağabeylerimin işlettiği lokanta ve tamirhanede.

“Sınavlarım var, ders çalışmam gerek” desem bile, birinden kurtulsam, diğerine yakalanıyordum.

Sabahtan öğleye kadar tamirhanede çıraklık yapıyor, öğleye doğru koşarak eve gelip, kitabı, defteri çantaya doldurup, okulun yolunu tutuyordum. Bazen zaman darlığından yemek yemeye fırsatım olmayınca, annem yolda yiyeyim diye elime bir sandviç ya da dürüm tutuşturuyordu.

Evle okul arasında boş bir arazi vardı. Ortasından toprak yol geçiyordu. Beş yüz metre kadarlık o yolu yürüyerek okula giderken, karla kaplı dağdan esen buz gibi rüzgar yüzüme öyle bir çarpardı ki, eldiven taktığım elimi, yüzüme tutmasam donardı.

Akşama doğru okuldan çıkıp, eve geldikten sonra ertesi günkü ödevlerimi halleder, sonra ne iş verirlerse yaptığım lokantaya giderdim. Komilik yapar, bulaşıkları yıkar, müşteriler sigara isterse tekel büfesinden alıp getirirdim. Aldığım bahşişler ve ağabeyimin canı isterse verdiği para okul harçlığım olurdu.

Her dönem teşekkür ya da takdirname alırdım. Ancak evde ne karneme bakan ne de bir “aferin” diyen vardı. Yaz tatillerim de çıraklık ya da komilikle geçerdi.

Çocukluktan adım adım çıkıyordum. Ama ne çocukluğumu yaşayabiliyor ne de güzel çocukluk anıları biriktirebiliyordum.

Çevremdeki arkadaşlarım da benim gibiydi. Karanlık bir tünelin içinde düşe kalka, hiç durmadan koşuyor, aydınlık bir geleceğe, mutlu, huzurlu ve sağlıklı bir yaşama kavuşma hayaliyle çabalıyorduk.

Ben sanıyordum ki büyüklerimiz bizim için en iyisini düşünüyor. Ben sanıyordum ki çalışan kazanır. Çalışırsam hakkımı, emeğimin karşılığını alırım. Ama öyle bir toz bulutu içindeydim ki, bir adım ötemi göremiyordum.

Ortaokuldan sonra meslek lisesi sınavını kazanıp, sabahtan akşama kadar hem teorik hem de pratik eğitim gördüğüm yeni bir okula başladım. Şans eseri de olsa  yolum belirginleşiyordu.  

Dört yıllık okulu bitirdiğimde elimde hem meslek lisesi torna-tesviye bölümü, hem teknik lise makina bölümü, hem de düz lise fen kolu olmak üzere üç ayrı diplomam vardı. Sınavı kazandığım takdirde ülkedeki her üniversitenin, her fakültesinde okuma hakkım vardı. Eğitim fakültesi coğrafya-tarih bölümünü kazandım.

Mezuniyet belgemi almak için gittiğim lisede karşılaştığım atölye hocam, “bu kadar emeği sana bu okula git diye mi verdik” dedi. Kazandığım bölümü beğenmemişti. Üzüldüm. Kendine göre haklıydı.

Okulumu sevmiştim. İyi bir öğretmen olabilirdim. Ama bir yıl sonra hukuk okumak için okulu bıraktım. Bir kez daha sınava girdim. Gelen sınav sonuç belgesine göre hukuk fakültesini kazanmıştım. Ama bölüm gazetecilikti. Çünkü tercih ettiğim tüm bölümler içinde, hukuk fakültesine bağlı gazetecilik okulu da vardı.

Bulanık havuzda balık avlar gibi, benim için gerçek anlamda neyin doğru neyin yanlış olduğunu tam olarak anlayamıyordum. Daha doğrusu hangi mesleği yaparsam mutlu olurum, nerede çalışıp, nerede hakkımı tam olarak alabilirim, nerede hayatımı kazanabilirim diye düşünmek yerine yalnızca üniversiteyi bitirmek istiyordum. Çünkü çevremde beni aydınlatan, yol gösteren, yön veren, hayatla ilgili bilgilenmemi sağlayan kimse yoktu.

Okuduğum tüm okullarda bir Allah’ın kulu sormadı; “sen hangi mesleği seçmek istiyorsun?” diye. Bir tek kişi, “senin şu dalda yeteneğin var, o dalda eğitim al, meslek sahibi ol” diye akıl vermedi, yönlendirmedi.

Oku, çalış, ezberle, sınava gir. Kazandın ya da kaybettin. Olay buydu.

Binlerce, milyonlarca akranım gibi hayatta ezilerek, üzülerek, sömürülerek, yalnızca ayakta durabilmek için yıllarca çabaladım. Ama geldiğim noktada şimdi kendime soruyorum; “Ne için?”, “Çabalarına değdi mi?”

Çünkü kırk yıl geçmesine rağmen değişen bir şey yok.

Çocuklarımızın bizim çektiğimiz çileleri çekmemeleri, doğru yolda yürümeleri ve emeklerinin karşılığını görmeleri için hem okulda hem de aile içinde anlayarak, dinleyerek iyi bir şekilde eğitilip, yönlendirilmeleri gerek. Yoksa gün gelip onlar da soracaktır; “Tüm bu çabaya değdi mi?” diye.